6 Şubat 2014 Perşembe

#3: Survivor Man... Chapada Diamantina Vol. 2

Bu yazı uzun olacak, şimdiden uyaralım. Geldik listede 3 numaraya. Beklentileri yükseltelim, verelim setting'i. Güzelim Rio'dan çıkmışım yola. Önce Salvador'a uçacağım (Fumaça yazısında anlatmıştım Salvador'a dair bildiklerimi.), sonra da oradan otobüs bileti bulup Lençois kasabasına gideceğim ki Chapada Diamantina Parkı'na varalım..

Salvador'a uçtuk, uçak kolay. Şehrin üstünden geçtik uç uç bitmedi, havaalanı uzakmış. Otobüs terminaline gitmek üzere belediye otobüsüne doğru gittim. Derken belediye otobüsü sırası beni korkuttu. Taksiye karar verdim. Adama daha ben Estaçao derken, fiyat tarifesini gösterdi. Hala istiyor musun dedi. 85 Real'miş. Neyse dedim bir yerime mecazen kaçsın gerçek olarak kaçacağına. Paşa paşa gittik dönüşte otobüsle gelirim zaten diyip o maliyeti ikiye bölerek kafamdaki defans mekanizmalarını kudurtarak. İyi ki gitmişim ama çünkü çok trafik vardı, baya trafik vardı.

Terminale vardığımda Ida, Volta, Onze, Trenta.. falan diye diye baya rahat bileti aldım. Portekizce phrase book ve uçakta dinlediğim cümleler işe yaramıştı. Çünkü bunlar İtalyanlar İspanyollar gibi değil yazdıkları gibi okunmuyor. Ğiyu c Jıneyu diye okudukları şey mesela Rio de Janeiro. Derken Brezilya'da sokaklarda gördüğüm tek İngilizce bilen insanla karşılaştım. O BANA SORU SORDU. BEN ONA DEĞİL. Tabii dedim, bilet üst katta dedim, yavrum sen Salvador'un neresindensin dedim.

Şaka maka 11 Lençois arabasına bindim. Gözünü sevdiğimin interneti sağolsun yanıma havlu almıştım nolur nolmaz diye. Havalandırma kapağı yoktu koltuğumun üstünde, olduğu gibi hava içerde. Havlu, şapka ne varsa öyle uyudum. Varılan durakları söylemedikleri için (İzmir-İstanbul sahilden gelen otobüs gibiydi 24 duraklı) tevekkül ederek gözlerimi kapadım ve gerçekten Lençois'i şans eseri kaçırmadım.

İner inmez garip bir his. Sabahın 5:15'i, ben dışarıyı korkuyla bekliyorum. Ama aslında sokaklar boş, herkesi birileri almaya gelmiş yürüyerek kasabaya gidiyorlar. Taksi ister misiniz diye soran bir adama tamam dedim ne de olsa valiz büyük. Çünkü backpack'i olan herkes gibi değildim ben, sürülen valizle gitmişim. 20 real dedi, yok dedim sen naptın. 10'a indirmenin verdiği zaferle bindim ve 1 dakika sonra indim, zira 300 metreymiş otel.

Valla geceyi otobüste geçircem diye otelden oda kiralamamıştım o gün için ne yalan söyleyeyim, onun için salonda koltuk verdiler bir tane uyuyayım diye. 1 buçuk saat rahat uyudum kahvaltı hazırlayan ablalarım gelene kadar.

Sonra da 8 gibi Chapada Diamantina parkı için girişimlere başladık. İki-üç tur ayarlayabileceklerini söylediler yarım günlük, dedim yok olmaz tam gün olsun. Sonra acentaya gidip pazarlık. Yemek dahil mi (burada Turist Ömer gidilen yerde insan yerleşimi ve dolayısıyla restoran olduğunu varsayıyor - sonra yola çıkmadan elime sandviç verdiler, daha güzelini bana vermişlermiş, babayın restoranı var orda), bütün gün sürecek mi (burada da Ömer arkadaşımız araba ve/veya dolmuşla vb. gezileceğini varsayıyor).. Neyse bana Martin adındaki Şilili arkadaşı verdiler rehber olarak.

Sonra biz yürümeye başladık.


İki-üç kilometre sonra tabii ben nolduğunu hala anlamaya çalışırken, Martin'e etrafı sordum. Dedim biz gidiyoz böyle çalıların arasından, yok mudur burda hayvan falan. Tabii var dedi. Kertenkele.. Kuş.. Kurbağa.. Fare.... :) Yılan....... :):) Bir de ölümcül örümcekler........ :):):) Martincim.. Burada benim asabımı bozduğundan habersiz.

Sonra dağını taşını anlatmaya başladı. Burası, dedi, bu koca park, olduğu gibi tek taş üzerine kurulu. Aynı taş. Taşın üstünde conglomerate da var (çok taştan oluşmuş ayrı taşlar).

Bu ikincisi:
Bu da o bahsettiği tek taş:

Yolculuğun zorlu olacağı şokunu atlattıktan sonra ben:

Ormana doğru yardırırken biz:

Dedim peki nereye gidiyoruz, ne çıkacak. Çok güzel bir şelale var dedi Martin, bir de doğal göller görcez. Derken ip gibi su akmaya başladı etraftaki taşların üzerinde. Ama kahverengi mi sarı bir şey.. Meğer oradaki suların hepsi öyleymiş ve yaprakların suya karışması / erimesi ile çok uzun seneler sonunda bu rengi almış. Geldiğimiz ilk gölcük de aşağıdaki gibi.


Dedim heralde buraya girmicez. Yoo dedi olayı bu tertemiz su, içebilirsin de.. Sonra sıcakta terden sırılsıklam olmanın da verdiği itelemeyle girdik içeri.



Sonra yolculuğa devam ettik. Bu fotoğrafı, eğimi göstermek için koydum. Bir sıkıntı yok, çok dik değil. Ama sürekli eğim var. Onun için tenis ayakkabılarım günün sonunda bowling ayakkabılarına döndü.


Derkenn... Geldik o meşhur şelaleye. Gerçekten çok güzel şelaleydi. Çok iyi görüntüsü, sesi vardı. Bir de işin güzeli önünde hemen Tarzan filmlerindeki gibi bir göl vardı ve girilebiliyordu. Önce etraftaki insanları kestim, onların nasıl fotolar çekildiğine baktım. Sonra the perfect Instagram pozunu belirledim. Şelaleye kadar yüzdüm, sonra kafama kafama vuran şelalenin altında kayaya tırmandım. Kaya tabii kaygandı.. Yok, yok, düşmedim.. :)


Sonra fotoğrafımı çekildim Martin sağ olsun.


Geri dönerken de kayaların üstünden seke seke gelirken en son kayada dengemi kaybedip gölün sığ kısmına sırt üstü düştüm çok iyi oldu, çok da güzel oldu. Tabii bunlar Instagram'da yok hohoho

Dinlendik, kayamızda uzandık, yemeğimizi yedik. O yemek bir güzel geldi - sandviçin tadı hala damağımda. Ablacım gerçekten güzel sandviçi bana vermiş.. domatesi, patlıcanı, mozarellayı, kekiği basmış.. Yanına da ayıptır söylemesi passion fruit suyu..

Sonra dönüşe hazırlandık. Martin arkadaşım arkasından atlı koşturuyor gibi gidiyordu. Ben yorulmuşum düşmüşüm iyice ne biliyim git gel 12 km kaya üstünde tırmanacağımızı. Dedi bu dağın yerlileri "taco" diye evlerde yaşıyorlarmış, hala da var yaşayan. Görelim mi dedi bak şu sol üstte var. Tamam dedim yakındaki bir kayayı görerek. O KAYA DEĞİLMİŞ. Hiçbir şekilde yol olmayan bir yere tırmanmaya başladık. Dağ evi görecez diye. Hayır sen kimsin her boka evet diyosun. O anki hislerimi çok net hatırlıyorum... Hayır sen kimsin :) Sen Yes Man misin, o eve çıkınca içerden Zooey Deschanel mi çıkacak kafasında kaskıyla. Neyse taco, maco gördük..


Dönüş yolunda başka bir şelaleye uğradık.


Burada şelale tam denmeyecek olan bu akıntı üstünde millet kayıyordu oturarak, tabii müdavimleri ayakta kayıyordu.


Otele dönüş yolu ben..


Ve son düzlük. Artık sağ ayağım çekmeye başlamıştı. Çünkü o kırmızı toprağı ayağımı sürdüğüm için kaldırdığımı hatırlıyorum. Baya net, çoraplar toprak kortta oynamış gibi olmuş.. Martin hala benden 1 km önde yürüyor..


Ama o akşam bir uyudum. İlk defa deliksiz uyku çektim o yorgunlukla. Hamakta Kindle keyfi önce..


Bu da gece görüşü ile Lençois.. Valla filter yok, valla ben çektim.. Cidden.. Ama güzeldi ya, bir daha olsa da gitsek..




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder