17 Kasım 2013 Pazar

#7 Fumaça Calling

Bu yazımız Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Bahia eyaletinden geliyor. Burası Ekvator'a daha yakın olması itibariyle iyice ılıman hava ve bitki örtüsüyle ve tabii ki Brezilya'nın ilk büyük limanı ve Rio'dan da önceki başkenti Salvador'a ev sahipliği yapmasıyla biliniyor. Portekizliler ilk buraya demirlerini atmışlar.

Ama yazı Salvador'dan değil, Salvador'a 5 saat otobüs yolculuğu uzaklığında olan Chapada Diamantina Ulusal Parkı'ndan. Parkın genel özelliği dağının taşının elmas olması ve mükemmel yeryüzü şekillerinin olması. Bu şekillerden biri de, daha yükseği ancak geçen sene Venezuela'nın Amazonları'nda bulunan ve o zamana kadar dünyanın en yüksek şelalesi olarak bilinen, Fumaça.

#7: FUMAÇA & LENÇOIS

Lençois küçük bir kasaba. Chapada Diamantina da onu içine alan 20 km uzunluğunda bir park. Onun için de parkın güneyinde bulunan Fumaça için Sao Paulo'lu rehberimiz Gilberto ve turda yer alan Brezilyalı çiftle beraber 2 saatlik bir araba yolculuğuyla yaptık, direk hiking'e başlamadık. Yolculuk boyunca da bu tarz tepeler vardı her yerde.


Gilberto arkadaşımızın fotoğraf çekin dedikten sonra nadiren sustuğu anlardan biriyle karşı karşıyayız. Çünkü adam susmadı, rehberlerin susmaması için uğraşılıyor sanırım. Önce etrafı anlattı, onu yapsın tabii. Sonra kendisinin nasıl İngilizce'yi Kaliforniya'ya hiçbir kelime bilmeden gidip öğrendiğini anlattı. Boş kalan yerlerde de büyük bir hazla dinlediği reggae müziğine eşlik etti. Direksiyonu bırakıp havadaki davulu zili falan çaldığı çok oldu. Utanmasa şarkıya eşlik etmemizi isteyecekti, hmhm evet çok tatlı bir şarkı sus gari dedik (diyemedik ya la). Kendisi İngilizce'yi Bob Marley'yi anlamak için öğrenmiş, bir motivasyonu da buymuş. Bu arada reggae sırf onun için değil Bahia eyaletinin çoğu için en çok dinlenen müzikmiş. Onun için her taraf Bob Marley figürleriyle doluydu.


Gittiğimiz yolda durduğumuz ve marketinden alışveriş yaptığımız kasabadan iki foto. Hayır film seti değil, Gilberto arkadaşımız da aşağıda.



Kasaba, muhabbet falan derken geldik Fumaça'ya. Bizi aşağıdaki tabela karşıladı. Oradaki park işletmesi bilmem nesi abimizin kağıdına imza attık. Sonradan öğrendik ki Fumaça çok popi bir intihar mekanıymış eskiden. Onun için trail'e başlayanlardan imza ve giriş saati alıyorlar, çıkışta da çıkış saati ve yine imza. Zaten fotoğraflardan neden insanların burada intihar etmek istediğini anlayacaksınız.


Başladık kayaları çıkmaya. Gilberto'nun dediğine göre 2 km çıkmamız sonra da 4 km düzlükte yürümemiz gerekiyordu Fumaça'ya varmamız için.


Arada fotoğraf bahane, dinlenmek şahane konulu fotoğraflar çektirdik.


Sonra Fumaça'ya devam ettik.


Ekibin öne geçtiği nadir anlardan. Çünkü fotoğrafçılarmış, her şeyin fotosunu çeke çeke çıktılar. Onlar sağ olsun ben de stres olmadım yetişebilcem mi diye, genelde de önden gittim.


Derken Fumaça'ya geldik. Bizi bir uçurum karşıladı. Ne bir direk var, ne bir tel, hiçbir şey. Karşıda koskocaman ve yemyeşil bir kanyon. Nerede bu meşhur şelale derken Gilberto biraz daha yaklaşmamız gerektiğini söyledi.


İşte dev kanyon.


Sonra da geldik klasik pozun verildiği yere. İşin kötüsü gerçekten korkunç bir yer burası. Şelalenin de olduğu bir fotoğraf çekilicem diye yusuf yusuf götün götün takılıyorsun orada iki dakika. Ve orayı görmek için kayada hafifçe sürünmen ve daha sonra birisinin senin ayak bileklerini tutması gerekiyor. Fumaça'nın özelliği hem dünyanın 2. yüksek şelalesi olması, hem de debinin kuvvetli olmaması, yükseklik ve de yere düşeceği yerlerdeki rüzgarlardan dolayı şelalenin yere değmeden yukarı doğru dönerek buharlaşıyor olması. Evet bildiğin buharlaşıyormuş. Biz bunu gördük mü? Hayır o kadar eğilmedik ve karşıdan da görecek sote bir mekan yok :(


Fumaça'nın da anlamı zaten şelalenin yere düşmeden  yukarı kıvrılmasından geliyormuş. Duman gibi bir anlamı var. Zaten bunu Instagram'da Fumaça hashtag'li bir fotoğraf koyup, sonra diğer şelale fotoğraflarını görmek için hashtag'e tıklayıp, şelale yerine kameraya duman üfleyen 1.000 ergen fotoğrafı görerek acı bir şekilde öğrendim.


Fumaça dönüşü Chapada Diamantina'nın klasik sarı renkli suyu olan havuzlarında dinlendik ve çıkmadan otelde hazırladıkları sandviçlerimizi hüplettik.



Merhaba.


Fumaça baya güzeldi, bizi de yordu. Dönüşte de bir şelaleye uğrayıp yola çıktık. Gilberto da yorulmuş olmalı ki, biraz da bastıran yağmurun etkisi de olabilir, çok fazla şarkılarda galeyana gelmeden bizi Lençois'e geri götürdü. Döndüğümüzde saat 6 civarıydı ve tabii ki akşam yemeği hazırlıkları daha başlamamıştı.

Lençois baya fotoğraflık bir ilçe. Tek gelirleri elmas aranan Chapada Diamantina'nın parklaştırılmasıyla turizme dönen Lençois'liler de baya misafirperverler ve büyük şehirlerdekinden çok daha fazla ve iyi İngilizce biliyorlar.


Benim hostelin önerdiği restorana gittim, malum hostel 1 free caipirinha bileti vardı. Caipirinha'yı bedavaya getirince appetizer bile söyledim. Dünyanın en gereksiz şeyi olan bu karides çorbası kılıklı şey. Caipirinha da nasıl içki arkadaş, höt diye çarptı.


Bu yazıyı da hayatımda yediğim en güzel et ve en güzel yemeklerden biriyle bitirelim. Kendisinin adı Fettucine Encantado. Fettuccine ve iki parça et var ve olduğu gibi bir peynir eritmişler üstüne, böyle kokanından. Enfes, tam Vedat'lık.


16 Kasım 2013 Cumartesi

#8: SAO PAULO (devam)

Selam. Bu yazıya tütsü kokusunu ne kadar sevmediğimi söyleyerek başlamak istiyorum.

#8: CATEDRAL DA SE & MERCADO MUNICIPAL


İlk güne Sao Paulo sabahına dönüyoruz. O beni aman sakın oraları yürüme diyerek uyardıkları otel resepsiyonundan çıktım - istikamet Catedral da Se ve Mercado Municipal. Sabahın körü olduğu ve akşama kadar vaktim olduğu için dolana dolana gideyim dedim ki çat diye karşıma bir pazar çıktı. Pazarda kıyafet, süs eşyası ve hatıralık eşya dolu - bir de hayvan gibi bir tablo bölümü.

Meşhur Brezilya ametist taşı. Değişik boylarda, kimi sahte kimi oricinıl, kim parlak kimi mat.

Bu da Brezilya'nın kuşlarının Brezilya'nın taşlarıyla yapılmış halleri. Papağanı, Tukanı, Sao Paulo kedisi, Rio martısı... (ok son ikisi bizimkiler)

Pazardan Republica metro istasyonuna geçtim ve iki durak Se meydanına geldim. Acayip geniş bu metro istasyonundan çıktığımda beni hafif bir gürültü ve yine hafif bir tütsü kokusu karşıladı. Tam nerden geldiğini başta anlayamadım. Çünkü katedralin bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Bu dünyanın en büyük 4. neo-gotik kilisesiymiş. Kendini de belli ediyor maşallah. Önündeki meydan insan kaynıyor o sıcağa rağmen. Çok fazlası evsiz tabii, bir kısmı turist, bazıları da oralarda dolananlar. Sonra içeri girdim.


Şimdi galiba benim bir özelliğim var, ben ayarlamadan etmeden böyle gezdiğim yerlerde ayin ne zamansa onu yakalıyorum hem de en başından. Paris'te Notre Dame'a gittiğimde bir Pazar sabahıydı saat 10. Buraya da uyan, kahvaltı et, önceki pazarı gez geldiğimde saat 10:30'u geçiyordu. Girdim içeri, biraz dinlenirim diye oturdum. Sonra dedim ki ortalara geçeyim en güzel fotoğraf ordan çekilir. Saat 11 olmuş, kapılar kapandı ve seramoni benim yanımda başladı. Tütsücü çocuk tütsüyü nerdeyse burnuma sokup bir adım önümde beklemeye başladı. Ben yüzsüz ve şaşkın bir şekilde bu olanları çekmeye çalışırken tabii ki güvenlik uyardı. İndirdik telefonu. Herkesin söylediği duayı dinlemeye başladık. Sonra ben yavaştan müsaade istedim.

Çıktığımda dışarıda değişik aşırı uçlar kızlı erkekli dans ediyorlardı, hem de içeride ayin olan kilisenin önünde, hemi de Pazar günü! Allah'ım sen koru..

Sonra istikamet Mercado Municipal'e çevrildi. Burasının Pazar günü özellikle güzel olduğunu biliyordum, okumuştum bloglardan. Oraya gidene kadar her taraf mağaza, marketti. Görünen o ki indirimdeydi. Meğer bura tehlikeliymiş. tahminim bizim Yarımada çevresi gibi. Turist için aşırı güvenli bir yer değil.

İçerisi regarenkti. Her taraf meyve. Galiba işin heyecanlı tarafı içeride sebze olmamasıydı. Her şey meyveydi ve rengarenkti. Tabii şarküteri ve çerez gibi olaylar da vardı. Ben tabii ki İtalyan etini, İtalyan/Yunan zeytinyağını görünce Türk bir şey var mı diye bütün mutluluğumu ona bağlayarak aranmaya başladım. Allah'a şükür kuru incire Figo Seco Turco diyorlarmış, yoksa oralarda kalp krizinden gidebilirdim.

Sonra fark ettim ki büyük bir restoran/kafe bölümü var. En çok tercih edilen yemek Castel. Pişi lan direk. Bildiğin bişi mi pişi mi ondan. Kızgın yağda pişmiş belli, sardıkları gazete kağıdı yağ içindeydi.

Aşağıda görmüş olduğunuz hüplettiğim Pastel Bacalhau'lu. Balıklı yani... Bacalhau yaa.... Yanında da şeker kamışı suyu. Limonatanın ekşisiz hali. Yani şekerli su. Ama sarı ama güzel. Tamam tamam orijinal bir şey.

Oraların kavun/ananas/mango karışımı olarak tarif edebileceğim yenidünya gibi çekirleri olan Atemoia meyvesi. İsme gel, kabile şefi anasını satayım.

Burada da bu bölümü 2 adet bonus'la bitiriyoruz.

Bonus 1: "Algıda Seçicilik" adlı çalışmam
Aah ah o ayakkabılar o zaman beyazdı
 

Bonus 2: Sao Paulo yolları daşdan zen çıkardın menü başdan

2 Kasım 2013 Cumartesi

#9 IBIRAPUERA: Güney Amerika'da bir Central Park

Brezilya yolculuğumun başına dönelim. İlk durak Sao Paulo. Sao Paulo'yu duyanlar bilir, burası biraz korkulan bir şehir. Giderken kafamda olanlar burasının suç oranının yüksek olduğu, evsiz insanların da çok olduğu bir yer olduğuydu. Ama bloglar Sao Paulo'yu baya göğe çıkarıyordu - bir kez gece hayatı çok iyiydi, gezilecek görülecek yerleri vardı: parkları - müzeleri, yemeklerinin güzel olduğu söyleniyordu (özgün bir yemek olmasa da: et, pizza vs.). Bu beklentiler nispeten doğru çıktı.

Sao Paulo'nun Havaş'ı olan otobüsle 1 saat merkeze gidip Republica Meydanı'nda durduğumuzda otobüsçe bir pembe dizi bir de yarışma programı izlemiştik bile. Meydanı Kızılay ya da Taksim Meydanı olarak düşünebiliriz, baya merkezi. Benim otelim olan Hotel Lugus da buraya yakın olacak - ya 5 ya 15 dakika. Bir caddeden yürüyeceğim Aurora diye. Vay arkadaş koskoca merkezin arkasındaki o cadde nasıl bir caddeymiş. Beni süper turist modumla (şeytani valiz + sırt çantası + harita üçlüsü) karşılayan bu caddede sırasıyla evsiz insanlar belirdi, sonra işe çıkan fahişeler, hafif bir sidik kokusu, sonra et kokusu, mangal partileri, sonra da otel. Saatin geceyarısı olduğunu düşündüğünüzü görür gibiyim. Akşam 7'ydi. Burdan bir hoh hoh hooo patlatıyoruz. Valla ürküyor insan turist başına bir şey olacak diye. Evsiz insanlar gerçekten buranın bir gerçeğiydi. Her yerdeydi evsizler. Sokaklarda, geniş caddelerde, parklardaki kamelyalarda. Kamelyalarda olanlar büyük ihtimal bir nevi üst rütbelilerdi. Bana göre işin ilginci bu insanlar dilenmiyodu, sadece çöp karıştırıyolardı. Durdukların yerin hemen yanında da bir mangal partisi olabiliyordu. Ve bunlar binaların dışına taşmış haldeydi. Fakir-zengin bizde nasıl yan yana semtlerde olabiliyorsa, orada direk aynı semt hatta aynı sokak içerisinde bile vardı. Diğer insanlara zengin dememek lazım ama arada uçurum vardı ne de olsa.

O akşam dışarı çıkayım çünkü Samba Saturday diye gittiğim otel odasında yorgunluk ve Aurora caddesi beni vazgeçirdi. Dedim sen kimsin yarın erken kalkacan, yarına gece uçuşun var akşama kadar dışarda olacan bütün gün enerjiye ihtiyacın var manyak mısın. Sonra biraz televizyon takılıp uyumaya karar verdim. Jet lag vurmuştu, saat 1'de, 2'de.... her saat başı uyandım sabaha kadar. Ama bunda Sao Paulo halkının da payı var. Partiler uzun sürdü, bir de ne partisi olduğunu anlamadım bir gürültü de vardı. Saat 3'te ve 5'te olmak üzere Celine Dion'dan "I'm Alive" çaldı. I'm Alive nedir? Celine Dion ne? Orada neler oluyo lan? Ne kafaları? Neyse sabah babalar gibi 7'de dın diye ayaktaydım. Hava güzeldi, mü - kem - mel bir kahveyle de başlayınca güzel oldu.

Gelelim öğleden sonra gidilen yerlere: Parque do Ibirapuera + Centro + MASP

9: IBIRAPUERA, AVENIDA PAULISTA, MASP


Öğleden sonra şehrin güneyine yürüdükçe evsizler azaldı, caddeler iyice genişlemişti. Belli Nişantaşı'na Etiler'e doğru gidiyorduk. Bu arada dipnot: metro baya New York metrosuna benziyordu, trenin kendisi direk. İstasyonlar da. Caddeler ve binalar da Amerikan mimarisini andırıyordu. Onun için İbirapuera Parkı'nın Central Park'a benzemesine hiç şaşırmamıştım. Park devasaydı, bizde böyle şeyler olmadığı için insanın gözüne daha da büyük geliyor. Büyük ihtimal Central Park örnek alınarak yapılmıştı ya da sonradan o süs verilmişti, çünkü etrafındaki evlere de Central Park Buildings denmişti. Direk İngilizce. Bize benzedikleri yer çoktu :) Diyorum ya ara sıra insanları Türk sanmaktan psikopat gibi diplerine girip konuştukları dili çözmeye çalıştığım az olmadı. (türkseler, halay başlatacaktım ondan)

Dev İbirapuera'ya bakacak olursak: Google'dan arak olan bu fotoğraf gösteriyor ki baya geniş ve 11 milyonluk bir şehre en az bu gider.

Bir kez ben oraya gittiğimde Pazar günü olduğu için zaten her yer ana-baba günüydü. Evet literally anneler babalar bebelerini almış, ama gençler ergenler de gelmiş, bebesi olmayan yetişkinler de buraya koşuşturmuştu. Aşağıdaki fotoğraftaki kalabalık bunu yansıtıyor (harbiden, ben nasıl bir açıyla parkın en boş yerini çekmişim, aklım ermiyor..)


Her yer paten kay kay kayan gençlikle doluydu. Aralarda yiyecek bir şeyler satılıyor, küçük müzikçalarlardan oynak şarkılar çalıyordu. Zaten ülke olduğu gibi oynaktı.

Derken kurulan bir sahneye doğru hareketlendim. Dedim heralde yerel bir adamın konseri var. Yok hayır sahnedeki adam İngilizce konuşuyordu, yanındaki kadın da Portekizce'ye çeviriyordu. Adam sakin sakin konuşuyordu, meğer herif Yogacıymış, artık Hindu mu Budist mi bilmem de.. Krishna falan deyip duruyodu. İlk başta anlamama rağmen sonradan fark ettim, insanlar hazırlıklıydı. Matlar, kıyafetler falan.. ekip yogaya gelmişti. Haaa burda yoga tabii ki omm değil, burada tabii ki samba. :) Dedim ki kendi kendime acaba bunların adamları seçim zamanı kömür, patates falan değil de samba cd'si, efendim samba yaparken takılacak tüylü taç falan mı dağıtıyor. Sonra düşünmeyi bıraktım.

Evet ilk Samba Krishna adlı şarkıyla kıpırdanan insanlar 3. şarkıyla (galiba Jelibon gibi bir şey diye bağırıyolardı) kopmuştu zaten.


Tam dedik konser dağıldı, elinde tam tam kulağında mikrofonlu bir kulaklık olan Hindu olan siyahi abimiz bir şarkılar söyleyerek gelmeye başladı. Yanında Benjamin Button'ın doğumdaki hali gibi olan abi dans ede ede dönüyordu. Bu iki-üç kişi tabi anında 30 kişi oldu ve coştular. Olay bu.


Parkın ve ülkenin güzelliği millet birbiri için ne demiş tıkırlarında değildi. T-shirtsüzdü bir sürü insan ve çocuk gibi eğleniyorlardı. Dans ederken biri görmüş kimsenin umrunda değildi. Yok ben ağır abiyim, ben efendim şurada müdürüm falan tıssss.. Dansı bırak aşağıdaki fotoğrafta amatör bir Cirque du Soleil görmektesiniz. Salıncağa tırmanmış arkadaş salıncakla sevişiyor, yanındaki kız da beyaz ipe tırmanıp ayaklarını ipe bağlayıp kafasını yere bırakıyor falan. Hani bunlar normal işte mesela Ankara Fatih Terim Parkı'nda yaparsın... Hayırlısı cnm yhaahah


Parkın içinde bir sürü müze falan da var. Onlara girmeyi tercih etmedim (sıkıcı gözüktü) sonra parktan şehir merkezine doğru çıktım. Çıkarkenki ilginç heykel:

Bu da Avenida Paulista efendim. Güzel bir cadde, gezilecek yerleri var. Ama olayı MASP'ın da orda olması. Kendi Museo do Arte do Sao Paulo olur.. Güzel bir müze seveni için. Ben gittiğimde sembolizm ve romantizm eserleri varmış. Sembolizmden bir bok anlamadım, romantizm de sıkıntıdan baydı.

 Ama MASP'ın altında ve karşısında (sonradan anlayacağıma göre) Pazarları Brezilya'da her yerde kurulan pazar tezgahları vardı. Burada ilginç şeyler vardı, genelde kıyafet çanta falan satılıyordu..

Tabii ben gidip benim için en ilginç olan şeyi buldum. Abim para koleksiyonunu satışa çıkarmıştı, bizden de 1982 Dünya Kupası için çıkardığımız Türk Lirası vardı. Ulan biz böyle şeyler yapıyor muymuşuz???? Durmak yok yola devam??

Bis bald
Gökalp