30 Aralık 2013 Pazartesi

#6: Havalar Güzel - BUENOS AIRES

Gelelim 6 numaralı yere. Kendisinden çok şeyler beklediğim Buenos Aires beni hiçbir şekilde haksız çıkarmadı. Hatta kendimi memleketimde bile hissettim. Sebepleri: i) Türkiye'yle Arjantin'in sosyal, ekonomik ve politik açıkdan çok yakın olduğunu düşünüyorum - darbeler, IMF borçları, her yerde temsili olan liderler ii) Brezilya'dan geliyorum ne de olsa, burada anladığım bir dil konuşuluyor onun için keyfim yerinde iii) Arjantin insanı İngilizce'yi ve iletişim kurmayı daha iyi biliyor iv) Burası ev öncesi son durak (E haliyle yoruldum, bu kadar uzun tatil ne zamandır yapmamışım. Oturduğum dakika haram o kadar uçak parası verdik diye it kovalamış gibi 2 hafta gezmişim yorgun düşmüşüm) v) Burası Messilerin Maradonaların memleketi. Ben Pele'yi severim, ama Maradona başkadır. vi) Bu insanlar gerçekten İspanyol ve İtalyan karışımı onun için gerçekten geçmişten tanıdık çok işaret var etrafta (en meşhur gıda ürünleri bifteği saymazsak İtalya ile aynı: şarap, pizza, gelato.)

Bu yazıyı Buenos Aires'e geldiğim akşamın ertesi sabahı Puerto Madero'da yazdım. Gümüşlerin memleketi Arjantin'den.

Ülkenin adı Buenos Aires'i delta haline getiren Rio de la Plata'dan geliyormuş. İspanyolca Plata olan "gümüş" İtalyanca'da Argento. Gümüşlüler, gümüşiler de Argentinos. Kısacası tatlı memleket.

Arjantin beni ergenliğimin güzellerinden Natalia ablayla karşıladı. Orada hala ünlü tabii, ama anladığım kadarıyla Türkiye'deki bir nevi Demet Akalın ile Meltem Cumbul arası bir yerde. O yeri siz düşünün.


Karşılamadan sonra gelelim şehrin limanına Puerto Madero'ya. Limanın yanında bir bölümde büyük bir park var. Belli ki bu park inşa edilirken, bir iki parklık kesim de yapılmış. FAMILIAR? Hayır tanıdık gelmiyor olması lazım, çünkü bizde oralarda dev otobüs durakları ve yalılar var.


Atlas'ın Buenos'a vuran kısmı böyle, kahverengi. Pis değilmiş, hali böyleymiş.
Arjantin gençliği.


Fena değil?


Puerto Madero dönüşü Hamburguesa'cı abilerimde bir hamburger, kola attım. Ev hamburgeri, dışarıdaki salata bardan içini sen dolduruyorsun. Ve bu hamburguesa'lar bütün sahilde 50 m aralıkta varlar. Bizde böyle bir şey görmediğim için şaşırdım, en yakını heralde belediyenin kestanecileri.


Limanda yeni oluşumlar, şehrin yeni bölümü, "business district"i.



Bu da orada olduğumun bir kanıtı ve oraların kurtarıcısı San Martin'in meydanı.


Güzelim hostelimize döndükten sonra (adı America del Sur Hostel olur ve accayip tavsiye edilir) öğleden sonra 3'teki yürüyüş turuna katıldık. Tur sayesinde yürüyüşümüzü yapmış olduk, oralı Santi ile tanışmış olduk. Bize bu binanın hikayesini anlatıp anlatıp durdu. Arkasında bir kilise varmış. Ve şu anda Dışişleri Bakanlığı olan yerde eskiden biri yaşarmış. O ve sevgilisi ayrıldıktan sonra, sevgilisi onlar kiliseyi göremesinler diye aradaki bu heybetli binayı diker. ve bu bina Arjantin'in ilk KLİMALI BİNASIymış. Saçma dedik güldük ama aklımızda kaldı mı kaldı.


Bu da o Dışişleri Bakanlığı'nın olduğu yer.


Derken şehrin Recoleta (Nişantaşı) bölümüne geçtik. Buranın en önemli görülmesi gereken yeri Recoleta mezarlığı. Mezarlık bir kampüs gibi, mezarlık dendiğine bakmayın. Her tarafta mezar adı altında evcikler, caddeler, meydanlar.


Mezarlar hep böyle. Zaten çok çok eskilere ve soylulara ait mezarlarmış. Yani öyle dolup boşalmıyor.


Caddeler de böyle. Mezarlıklar aile mezarlığı olarak alınıyor genelde. Ve değerleri de maşallahı var.


Tahmin edildiği gibi Eva Peron'un mezarlığı da burda. Mütevazı bir köşesi var, onun olduğunu anlamamız biraz zor oldu, karşısında fotoğraf çekenlerden anlıyoruz. Santi burayı anlatırken Eva Peron da burada yatıyor, yani heralde/inşallah burada yatıyordur diye bahsediyor. Çünkü Peron'un cesedi önceden kaçırılmış. Ve hatta İtalya'da kaçırıldığı zaman beden bir doktor tarafından tecavüze bile uğramış. Şu anda da içeride mi değil mi halk tereddütte imiş.


Bu da İtalyan bir babanın balayı için Alplere giden ve karlar altında kalan kızı için yaptırdığı bir heykel. Köpeklerini de heykele almışlar. Hatırladığım kadarıyla heykel gümşten ya da paslanan başka bir metalden yapılıyor. Yağmurlar yağınca bütün heykel orijinal rengini kayetmiş. Köpeğin burnu dışında. Onun için bu burna dokunulunca dileklerin yerine geldiği kabul edilirmiş. Affetmedim.


Gelelim bu turda tanıştığımız ekibe... Tatilin eğlence açısından zirvede bitmesini sağlayan ekip - Insta'da da yazdığım gibi Community dizisinden fırlamış durumda. Allllakasız bir ekip. Sağ altta Brezilya deniz kuvvetlerinden subay bir arkadaşımız kendisi hayat heyecanıyla dolu (bkz fotoğraf), sol taraftaki ikili Amerika'lı çocukluk arkadaşları beraber büyümüşler şimdi ikisi de tıp sektöründeymiş, biri doktor biri hemşire. Ve padişahımız evet o da bir deniz kuvvetleri subayı. Evli, çocukları var. İşi devam ediyor, emekli olduğu falan yok! 4 ay sonra Afganistan'a dönüyormuş, bir nefes alayım demiş. Çabuk kaynaştık, yürüyüş sonrası akşam yemeği için sözleştik ve beraber bu güzel restorana geldik.


Hayatımda yediğim en güzel etlerden ve en güzel patateslerden olur aşağıdaki yemek. Şarap enfes. Ne de olsa Mendoza'ya sadece 6-7 saat araba yolculuğu uzaklığındayız.


Ertesi gün Palermo yolunda, yollarda gördüğümüz siyasi afişler. (Si votas a Pino, votas por Iran: Pino'ya oy verirsen...)


Bunun fotoğrafını koymanın belli ki hiçbir anlamı yok, ama çok net Arjantin dondurmasının İtalya'nınkinden altta kalır bir yanı yok - ve farklılar.


Palermo'nun renkli ve cıvıl cıvıl kafeleri.


La Boca da güzel. Caminito'ları var (renk renk evler) ama çok turistik. Fotosunu koymadım.

Altta hostelde yapılan dünyanın Arjantinlileri çalışması. Messi, Che, Maradona, Papa Francesco, Tangonun 1 numarası abim, Evita ve Arjantin edebiyatının bir numarası abim.


Bu da San Telmo'dan. Bu sokakta Arjantin'in en ünlü karakteri Mafalda'nın yaratıcısı Joaquin yaşıyormuş. Sokağa insanların çok sevdiği Mafalda'nın bir de şımarık heykelini yapmışlar.


Buenos Aires tabii bunlardan ibaret değil. Turistik nokta olarak Peron'ların çıktığı Balkon, geniş geniş caddeleri, detaylı San Telmo semti, Retiro, Palermo. Hepsi ayrı güzel. Ayrıca bir Boca maçına gidemedim, zaten hep kombineliler gidiyormuş. Pizzası, dondurması İtalya'yla yarışır. Ne de olsa buraya en çok güney İtalya'dan gelmiş gelen. İspanyolca'yı Napolitan aksanıyla konuşuyor diyorlar bu insanlara. Gerçekten de İspanyolların hevesli hevesli konuştuğu bu dili Arjantinliler biraz daha melodik konuşuyor.

Bir defa daha gitmek lazım belki, ama gezmeye değil. Yaşamaya alışmakta hiç zorlanmaz insan.

Gökalp

17 Kasım 2013 Pazar

#7 Fumaça Calling

Bu yazımız Brezilya'nın kuzeydoğusundaki Bahia eyaletinden geliyor. Burası Ekvator'a daha yakın olması itibariyle iyice ılıman hava ve bitki örtüsüyle ve tabii ki Brezilya'nın ilk büyük limanı ve Rio'dan da önceki başkenti Salvador'a ev sahipliği yapmasıyla biliniyor. Portekizliler ilk buraya demirlerini atmışlar.

Ama yazı Salvador'dan değil, Salvador'a 5 saat otobüs yolculuğu uzaklığında olan Chapada Diamantina Ulusal Parkı'ndan. Parkın genel özelliği dağının taşının elmas olması ve mükemmel yeryüzü şekillerinin olması. Bu şekillerden biri de, daha yükseği ancak geçen sene Venezuela'nın Amazonları'nda bulunan ve o zamana kadar dünyanın en yüksek şelalesi olarak bilinen, Fumaça.

#7: FUMAÇA & LENÇOIS

Lençois küçük bir kasaba. Chapada Diamantina da onu içine alan 20 km uzunluğunda bir park. Onun için de parkın güneyinde bulunan Fumaça için Sao Paulo'lu rehberimiz Gilberto ve turda yer alan Brezilyalı çiftle beraber 2 saatlik bir araba yolculuğuyla yaptık, direk hiking'e başlamadık. Yolculuk boyunca da bu tarz tepeler vardı her yerde.


Gilberto arkadaşımızın fotoğraf çekin dedikten sonra nadiren sustuğu anlardan biriyle karşı karşıyayız. Çünkü adam susmadı, rehberlerin susmaması için uğraşılıyor sanırım. Önce etrafı anlattı, onu yapsın tabii. Sonra kendisinin nasıl İngilizce'yi Kaliforniya'ya hiçbir kelime bilmeden gidip öğrendiğini anlattı. Boş kalan yerlerde de büyük bir hazla dinlediği reggae müziğine eşlik etti. Direksiyonu bırakıp havadaki davulu zili falan çaldığı çok oldu. Utanmasa şarkıya eşlik etmemizi isteyecekti, hmhm evet çok tatlı bir şarkı sus gari dedik (diyemedik ya la). Kendisi İngilizce'yi Bob Marley'yi anlamak için öğrenmiş, bir motivasyonu da buymuş. Bu arada reggae sırf onun için değil Bahia eyaletinin çoğu için en çok dinlenen müzikmiş. Onun için her taraf Bob Marley figürleriyle doluydu.


Gittiğimiz yolda durduğumuz ve marketinden alışveriş yaptığımız kasabadan iki foto. Hayır film seti değil, Gilberto arkadaşımız da aşağıda.



Kasaba, muhabbet falan derken geldik Fumaça'ya. Bizi aşağıdaki tabela karşıladı. Oradaki park işletmesi bilmem nesi abimizin kağıdına imza attık. Sonradan öğrendik ki Fumaça çok popi bir intihar mekanıymış eskiden. Onun için trail'e başlayanlardan imza ve giriş saati alıyorlar, çıkışta da çıkış saati ve yine imza. Zaten fotoğraflardan neden insanların burada intihar etmek istediğini anlayacaksınız.


Başladık kayaları çıkmaya. Gilberto'nun dediğine göre 2 km çıkmamız sonra da 4 km düzlükte yürümemiz gerekiyordu Fumaça'ya varmamız için.


Arada fotoğraf bahane, dinlenmek şahane konulu fotoğraflar çektirdik.


Sonra Fumaça'ya devam ettik.


Ekibin öne geçtiği nadir anlardan. Çünkü fotoğrafçılarmış, her şeyin fotosunu çeke çeke çıktılar. Onlar sağ olsun ben de stres olmadım yetişebilcem mi diye, genelde de önden gittim.


Derken Fumaça'ya geldik. Bizi bir uçurum karşıladı. Ne bir direk var, ne bir tel, hiçbir şey. Karşıda koskocaman ve yemyeşil bir kanyon. Nerede bu meşhur şelale derken Gilberto biraz daha yaklaşmamız gerektiğini söyledi.


İşte dev kanyon.


Sonra da geldik klasik pozun verildiği yere. İşin kötüsü gerçekten korkunç bir yer burası. Şelalenin de olduğu bir fotoğraf çekilicem diye yusuf yusuf götün götün takılıyorsun orada iki dakika. Ve orayı görmek için kayada hafifçe sürünmen ve daha sonra birisinin senin ayak bileklerini tutması gerekiyor. Fumaça'nın özelliği hem dünyanın 2. yüksek şelalesi olması, hem de debinin kuvvetli olmaması, yükseklik ve de yere düşeceği yerlerdeki rüzgarlardan dolayı şelalenin yere değmeden yukarı doğru dönerek buharlaşıyor olması. Evet bildiğin buharlaşıyormuş. Biz bunu gördük mü? Hayır o kadar eğilmedik ve karşıdan da görecek sote bir mekan yok :(


Fumaça'nın da anlamı zaten şelalenin yere düşmeden  yukarı kıvrılmasından geliyormuş. Duman gibi bir anlamı var. Zaten bunu Instagram'da Fumaça hashtag'li bir fotoğraf koyup, sonra diğer şelale fotoğraflarını görmek için hashtag'e tıklayıp, şelale yerine kameraya duman üfleyen 1.000 ergen fotoğrafı görerek acı bir şekilde öğrendim.


Fumaça dönüşü Chapada Diamantina'nın klasik sarı renkli suyu olan havuzlarında dinlendik ve çıkmadan otelde hazırladıkları sandviçlerimizi hüplettik.



Merhaba.


Fumaça baya güzeldi, bizi de yordu. Dönüşte de bir şelaleye uğrayıp yola çıktık. Gilberto da yorulmuş olmalı ki, biraz da bastıran yağmurun etkisi de olabilir, çok fazla şarkılarda galeyana gelmeden bizi Lençois'e geri götürdü. Döndüğümüzde saat 6 civarıydı ve tabii ki akşam yemeği hazırlıkları daha başlamamıştı.

Lençois baya fotoğraflık bir ilçe. Tek gelirleri elmas aranan Chapada Diamantina'nın parklaştırılmasıyla turizme dönen Lençois'liler de baya misafirperverler ve büyük şehirlerdekinden çok daha fazla ve iyi İngilizce biliyorlar.


Benim hostelin önerdiği restorana gittim, malum hostel 1 free caipirinha bileti vardı. Caipirinha'yı bedavaya getirince appetizer bile söyledim. Dünyanın en gereksiz şeyi olan bu karides çorbası kılıklı şey. Caipirinha da nasıl içki arkadaş, höt diye çarptı.


Bu yazıyı da hayatımda yediğim en güzel et ve en güzel yemeklerden biriyle bitirelim. Kendisinin adı Fettucine Encantado. Fettuccine ve iki parça et var ve olduğu gibi bir peynir eritmişler üstüne, böyle kokanından. Enfes, tam Vedat'lık.


16 Kasım 2013 Cumartesi

#8: SAO PAULO (devam)

Selam. Bu yazıya tütsü kokusunu ne kadar sevmediğimi söyleyerek başlamak istiyorum.

#8: CATEDRAL DA SE & MERCADO MUNICIPAL


İlk güne Sao Paulo sabahına dönüyoruz. O beni aman sakın oraları yürüme diyerek uyardıkları otel resepsiyonundan çıktım - istikamet Catedral da Se ve Mercado Municipal. Sabahın körü olduğu ve akşama kadar vaktim olduğu için dolana dolana gideyim dedim ki çat diye karşıma bir pazar çıktı. Pazarda kıyafet, süs eşyası ve hatıralık eşya dolu - bir de hayvan gibi bir tablo bölümü.

Meşhur Brezilya ametist taşı. Değişik boylarda, kimi sahte kimi oricinıl, kim parlak kimi mat.

Bu da Brezilya'nın kuşlarının Brezilya'nın taşlarıyla yapılmış halleri. Papağanı, Tukanı, Sao Paulo kedisi, Rio martısı... (ok son ikisi bizimkiler)

Pazardan Republica metro istasyonuna geçtim ve iki durak Se meydanına geldim. Acayip geniş bu metro istasyonundan çıktığımda beni hafif bir gürültü ve yine hafif bir tütsü kokusu karşıladı. Tam nerden geldiğini başta anlayamadım. Çünkü katedralin bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum. Bu dünyanın en büyük 4. neo-gotik kilisesiymiş. Kendini de belli ediyor maşallah. Önündeki meydan insan kaynıyor o sıcağa rağmen. Çok fazlası evsiz tabii, bir kısmı turist, bazıları da oralarda dolananlar. Sonra içeri girdim.


Şimdi galiba benim bir özelliğim var, ben ayarlamadan etmeden böyle gezdiğim yerlerde ayin ne zamansa onu yakalıyorum hem de en başından. Paris'te Notre Dame'a gittiğimde bir Pazar sabahıydı saat 10. Buraya da uyan, kahvaltı et, önceki pazarı gez geldiğimde saat 10:30'u geçiyordu. Girdim içeri, biraz dinlenirim diye oturdum. Sonra dedim ki ortalara geçeyim en güzel fotoğraf ordan çekilir. Saat 11 olmuş, kapılar kapandı ve seramoni benim yanımda başladı. Tütsücü çocuk tütsüyü nerdeyse burnuma sokup bir adım önümde beklemeye başladı. Ben yüzsüz ve şaşkın bir şekilde bu olanları çekmeye çalışırken tabii ki güvenlik uyardı. İndirdik telefonu. Herkesin söylediği duayı dinlemeye başladık. Sonra ben yavaştan müsaade istedim.

Çıktığımda dışarıda değişik aşırı uçlar kızlı erkekli dans ediyorlardı, hem de içeride ayin olan kilisenin önünde, hemi de Pazar günü! Allah'ım sen koru..

Sonra istikamet Mercado Municipal'e çevrildi. Burasının Pazar günü özellikle güzel olduğunu biliyordum, okumuştum bloglardan. Oraya gidene kadar her taraf mağaza, marketti. Görünen o ki indirimdeydi. Meğer bura tehlikeliymiş. tahminim bizim Yarımada çevresi gibi. Turist için aşırı güvenli bir yer değil.

İçerisi regarenkti. Her taraf meyve. Galiba işin heyecanlı tarafı içeride sebze olmamasıydı. Her şey meyveydi ve rengarenkti. Tabii şarküteri ve çerez gibi olaylar da vardı. Ben tabii ki İtalyan etini, İtalyan/Yunan zeytinyağını görünce Türk bir şey var mı diye bütün mutluluğumu ona bağlayarak aranmaya başladım. Allah'a şükür kuru incire Figo Seco Turco diyorlarmış, yoksa oralarda kalp krizinden gidebilirdim.

Sonra fark ettim ki büyük bir restoran/kafe bölümü var. En çok tercih edilen yemek Castel. Pişi lan direk. Bildiğin bişi mi pişi mi ondan. Kızgın yağda pişmiş belli, sardıkları gazete kağıdı yağ içindeydi.

Aşağıda görmüş olduğunuz hüplettiğim Pastel Bacalhau'lu. Balıklı yani... Bacalhau yaa.... Yanında da şeker kamışı suyu. Limonatanın ekşisiz hali. Yani şekerli su. Ama sarı ama güzel. Tamam tamam orijinal bir şey.

Oraların kavun/ananas/mango karışımı olarak tarif edebileceğim yenidünya gibi çekirleri olan Atemoia meyvesi. İsme gel, kabile şefi anasını satayım.

Burada da bu bölümü 2 adet bonus'la bitiriyoruz.

Bonus 1: "Algıda Seçicilik" adlı çalışmam
Aah ah o ayakkabılar o zaman beyazdı
 

Bonus 2: Sao Paulo yolları daşdan zen çıkardın menü başdan